Dr. Kamil Uğurlu Beyefendi ile tanışmamızın üzerinden 16 yıl geçmiş, tanışma vesilemiz röportajımızın da konusu olan şehrengiz eserlerinden Konya Şehrengizi adlı muhteşem eseri olmuştur.
Kamil Bey çağdaş bir şehrengiz yazarı olarak, Divan edebiyatının mesnevî tarzının bir ürünü olan şehrengiz eserlerine yenilerini ekleyerek yok olmaya yüz tutmuş kültürümüzün bu güzide alanının edebiyat ve kültür hayatımızda tekrar var olmasını sağlamıştır. Konya, Karaman, Eskişehir, Kahramanmaraş, Sakarya-Oş Şehrengizi olmak üzere 6 adet eser kazandırmıştır. 2006 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nin ”Yılın yazar, fikir adamı ve sanatçıları ödülleri” içerisinden ‘Konya Şehrengizi’ ‘Şehir Kitapları’ dalında ödüle layık bulunmuştur.
Kamil Bey’in şehrengizler dışında mimarlık ve sanat tarihi alanında; Türkistan Tasvirleri, Orhun Anıtları, Selçuklu Evi, şiir alanında; Yemenimde Hare Var, Yüreğimde Yâre Var, Gölgeli Sokağın Şiirleri, Nil Nehrinden Nilüfer; deneme ve biyografi alanında; İşte Biz Böyleyiz, Kelebek Kanadındaki Hayatlar, Aşkan Yolu, destan alanında; Mir Ali ile Gül Hanımın Destanı, Ötüşün Kuşlar Ötüşün, Cehennemde Aşk Çiçekleri, Asiye’nin Ayları isimli kitapları vardır.
Panorama Gazetesi olarak Dr. Kamil Uğurlu Beyefendi ile eserleri ve kitaplarına hazırlık aşamaları üzerine çok güzel bir röportaj gerçekleştirdik.
Kendisine röportaj teklifimizi kabul etmesinden dolayı şükranlarımızı sunarız.
Kamil Uğurlu kimdir?
1942 yılında Konya’da (Hadim-Aladağ) doğdu. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık eğitimi aldı. Türk Mimarlık Sanatı konusunda doktor oldu. Selçuk Üniversitesi’nde proje, sanat tarihi ve estetik dersleri verdi. Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı. Yurt içinde ve dışında önemli projeler yönetti. TİKA’nın danışmanı olarak Orhun Anıtları Projesinde yer aldı. Ve Moğolistan’da Ötüken Vadisindeki müzelerin proje ve uygulamalarını yaptı. 1998 yılında Toplu Konut İdaresi Başkanlığına getirildi. Başbakanlık Müşaviri oldu.
2009 yerel seçimlerinde Karaman Belediye Başkanlığına seçildi.
Farklı bir üslupla yazdığı “destan-şiir” denemeleri de vardır. Bunlardan “Ötüşün Kuşlar Ötüşün” Türk Dünyası Yazarlar Birliği tarafından ödüllendirildi. Yurtdışında iki kitabı yayımlandı. Uluslararası Struga Şiir Toplantısında Türkiye’yi temsil etti. Türk Ocakları Türk Kültürüne Hizmet Büyük Ödülü, Kırgızistan ve Kazakistan Devlet Nişanları, Türk Dünyası Mimarlar ve Mühendisler Birliği Büyük Ödüllerinin sahibidir. Türk Dünyası Sanatçıları Vakfı (TÜRKSAV) kurucu üyesi, üç dönem Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Bilim Kurulları üyeliklerinde bulundu.
Şehrengiz yazımının tarihi süreci nedir?
Mevlevî dervişi, aynı zamanda bir divan şairi olan, Afyonlu İbrahim Şahidî Dede, nutuklarına şöyle bir girizgâh yaparmış, söze şöyle başlarmış:
“Gül-i gülzâr-ı kelâm-ı kadîm, Bismillahirrahmanirrahim.“
Biz de onu takiben, onu takliden, onu teyiden, besmeleyle başlayalım İnşallah.
“Şehrengiz” 17.yüzyılda, Divan edebiyatı sahasında, çok moda olmuş ve aşağı yukarı bir asır devam etmiş, ondan sonra unutulmuş bir akımdır. Mesnevî tarzında bir şehrin güzellerini ve güzelliklerini anlatan yazım tarzıdır. Onun peşinden giden birçok Divan şairi şehrengizler yazmışlar. Şehrengiz, Farsça bir kelimedir. Tam kelime mânâsı “şehri karıştıran” olarak tercüme edilebilir. Bu karıştırma, kaos anlamında bir karıştırma değil. Bir arkeoloğun yaptığı karıştırma gibi, araştırma gibi anlaşılmalıdır.
Şehrengiz sizin için ne demektir? Onu diğer türlerden ayırt eden hususlar nelerdir?
Şehrengiz, bir şehir tarihi değildir. Bir şehir monografisi de değildir. Şehrengiz, o şehrin kültür arkeolojisidir. Yani herkesin dikkatini çekmeyen, herkes için fazla bir mânâ ifade etmeyen bir takım ayrıntıları biz bulup çıkarmaya çalışıyoruz ve bu işten ciddi keyif duyuyoruz. Bizim işimiz, şehirlerde eski günleri aramak, yitirilmiş cennetleri aramak değildir; bugün yaşadığımız ânı değerli ve anlamlı kılan ve çoğunluğun dikkatinden kaçan incelikleri keşfetmektir. Yaşadığımız ânın içinde bütün bir geçmişi hissetmek ve bunu hissettirmektir amacımız.
Eşyanın ve kelimenin de bir hafızası olduğuna inanıyoruz. Onları olduğu gibi bütün değerleriyle sayfalara çağırıyoruz. Şehirle alâkalı bu çalışmayı yaparken ilgilendiğimiz hâdisenin veya manzaranın gerçekliğiyle pek fazla alakadar değiliz. Şehrengizleri yazarken, başkalarının belki de hiç fark etmeyecekleri birtakım küçük ayrıntılardan yepyeni gerçeklikler inşa etmeye çalışıyoruz ve onların da yerine kendi farklı küçük gerçeklikler ortaya koymaya çalışıyoruz. Hatta belki gerçeklikler de değil, masallar ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Ve biz bu çalışmaları yaparken gördüğümüzü değil, görmek istediğimizi anlatıyoruz, anlatmaya çalışıyoruz. Eşyaya ve olaylara bir masal elbisesi giydirmeye çalışıyoruz. Ve içinde yaşayabileceğiniz bir iklim yaratmaya çalışıyoruz. Şehrengiz yazarı, bunları yapmaya çalışıyor.
Bir şehrengiz nasıl yazılır? Temel adımları nelerdir? Kısaca bu süreci anlatabilir misiniz?
Bir şehri, şehrengiz olarak anlatmak istediğimiz takdirde hanımla birlikte kalkıp o şehre gidiyoruz. O şehirle alâkalı ne kadar yazılmış doküman varsa bunların tamamını topluyoruz, ve bir küçük kütüphane oluşturuyoruz. Aşağı yukarı 3-4-5 ay bu dokümanları okumaya çalışıyoruz. Altını çizerek okuyoruz, notlar alıyoruz, birtakım yorumlar çıkarıyoruz. Daha sonra söz konusu şehre gidiyoruz, oradan bir yer kiralıyoruz. Hanımla birlikte olmasının çok önemi var, hatta mecburiyeti var; çünkü bizim toplumumuzda eğer bir konunun derinlemesine tetkikini yapacak iseniz hanımlarında bir takım ifadelerini bahse konu etmeniz lazım. Hanımlar, erkeklere bu konularla alakalı kendilerini tamamen anlatmazlar. Dolayısıyla eşimle birlikte gidiyoruz.
Aldığımız bu notların saha üzerinde uygulamasını yapıyoruz. Orada gerektiği kadar, (bu bazen üç hafta olur, bazen iki ay olur, bazen altı ay olur) kalıyoruz. Aldığımız notlara elimizle dokunuyoruz ve meselenin künhüne vâkıf olmaya çalışıyoruz. Ondan sonra oturuyoruz ve gene birkaç ay süren, zamanımızı tamamen bu işe tahsis ederek, bir çalışma yapıyoruz. Şehrengizler ortaya böyle çıkıyor. Şimdiye kadar Konya, Karaman, Eskişehir, sonra Kahramanmaraş, Sakarya ve Oş Şehrengizlerini yayınladık.
Aslında biz bu işe başlarken dua ediyorduk; “İnşallah meseleyi hamselemek kısmet olur” diye. Hamselemek eski Divan edebiyatında, bir meseleyi beşlemek mânâsına gelir idi ve bu hâdiseyi tamamlayanlar kendilerini başarılı addederlerdi. Biz, Allah(cc)’a hamdü senalar olsun meseleyi altıya bağladık.
Yazım aşamasında ve araştırmalarınızda yaşadığınız, sizi etkileyen veya zorlayan yönler nelerdi?
Bu şehrengizlerden bazı örnekleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım ve şehrengizlerin durumuyla alâkalı bir kanaat ortaya koymaya gayret edeceğim. Önce dışarıdan başlayalım. Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri olan Oş, bizi dâvet etti. Oş şehri Sakarya ile kardeş şehirdir. Sakarya Belediyesi gerekse Oş belediyesi, bu iki kardeş şehrin arasındaki benzerlikleri veya farklılıkları bir şehrengiz yazarı gözüyle tespit ediniz ve yazınız diye bir vazife verdi. Memnuniyetle bu vazifeyi kabullendik.
Önce Sakarya’ya gittik ve tetkik edip yazdık. Sakarya, harikulâde bir memleket, orayı biraz sonra anlatacağım size. Daha sonra Oş’a gittik. Daha önce birçok defalar Oş’u, Kırgızistan’ı gezmiş ve görmüştük. Oralarla alâkalı bizim birtakım fikirlerimiz vardı. Ama bir şehrengiz gözlüğünü takarak Oş’a varacak olursanız, mesele derhal karakter değiştirecektir, anlam değiştirecektir. Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri olan Oş’un ayak basmadık yerlerini bırakmadığımız gibi, burayla alakalı yazılmış olan bütün literatürü, neşriyatı tamamen masanın üzerine indirdik ve onun aylarca okumasını yaptık.
Orada bir dağ var; Süleyman dağı. Sadece Oşlular değil, bütün Asya aksındaki Müslüman Türkler arasında kutsal kabul edilen harika bir dağ. Hz Süleyman’ın geldiği ve makamının orada olduğunu hatta onun kitabının orada bulunduğunu iddia eden bir şehir.
İlk defa Türkistan’a Hz. Yesevî’yi ziyarete gittim ve huzura vardım. Kemâli edeple diz çöktüm ve gönül olarak onunla bir bağlantı kurmaya çalıştım. Seyrek sakallı bir Türkmen, benim yabancı olduğumu hissetti, yanıma geldi ve bana dedi ki; “Siz, herhalde yabancısınız, dışarıdan geldiniz, siz daha önce burada yatan zatın üstadını, hocasını ziyaret ettiniz mi?” “hayır” dedim. Dedi ki; “Yanlış yapıyorsunuz. Bizim geleneğimizde, bir zatı, bir evliyâyı ziyaret edecek iseniz ilk önce onun hocasını, mürşidini ziyaret etmeniz, ondan destur almanız gerekir. Aksi takdirde buradaki ziyaretiniz kabul olabilmez.”
Bu ikâzı, hatta bu azarlamayı ciddi bir işaret olarak kabul ettim ve hemen oradan toplanıp dışarıya çıktım. Gene o şekilde seyrek sakallı başka bir Pîri fâninin önünü kestim ve dedim ki; Hz. Yesevî’nin mürşidi, hocası Hz. Arslan Bab nerede? Bana dedi ki; “Şu ilerideki yola çık, oradan herhangi birisine sor, o seni götürür.” “Yakın mı, yani bir yürüyüş mesafesinde mi?” diye sordum. “Pek yürüyüş mesafesinde sayılmaz, çünkü buraya yüz kilometre” dedi. O günkü ziyaretimi erteledim ve ondan sonra bir vasıta tedarik edip o yüz kilometreden ziyâde yolu olan hazretin huzuruna vardım. Oraya vardığım bir akşam üstüydü ve orası dillere destan bir makamdı.
Bir giriş mekânının sağında ve solunda iki tane çok uzun mekân vardı. Sağdakine girerseniz orası bir mesciddir. Soldakine girerseniz orası da uzunluğu yirmi metreyi aşan bir sandukanın altında Arslan Bab’ın yattığı kabri vardır. Bu uzun kabirler, uzun sandukalar bizde âdettir ve çok önemli kişiler için umumiyetle kullanılır. Orada Hazret’i ziyaret ettim. Ondan destur aldım. Orada harikulade güzel, sanki, Asr-ı Saadet’ten kalma akşam namazlarından birisini cemaatle kıldık ve ondan sonra tekrar döndük. Birkaç gün sonra da tekrar Hz. Yesevî’yi ziyarete gittim.
Oş’u gezmemiz esnasında bize bahsettiler. Fergana’da önemli bir vâdi var. Bu vadinin başında bir önemli kabristan var. Buraya Sahabe Kabristanı deniliyor. Sahabe Kabristanı, ilk duyulduğunda insana ilginç geliyor. Sahabelerin burada ne işi var? diye. Hadiseyi araştırdık ve ilginç sonuçlara ulaştık.
Hz. Osman zamanında Muhammed Bin Cerîr adında bir komutanın kumandasında 2700, (üç bine yakın) Sahabe cengâver, İslâm’ı tebliğ etmek üzere buraya, Fergana vadisinin başlangıcına gelmişler. Ve fazla zorluk çekmeyeceklerini düşünmüşler. Fakat öyle olmamış. Orada İslâm’ı tebliğ etmişler; oradaki şehir, ve ordu, bu tebliği kabul etmemiş. Onun üzerine tartışmışlar ve savaşmaya karar vermişler. Gelen Arap sahabeler, Türklerin nasıl bir cengaver olduğunu bilemedikleri için yaman bir savaş olmuş ve bu savaşın sonunda Arabistan’dan gelen ve hepsi de sâhâbe durumunda olan bu 2700 kişi tamamen şehit edilmiş. O yere de hemen onları defnetmişler. Sovyetler zamanına kadar ciddi olarak ziyâret edilen bu kabristan Sovyetlerin komünizm döneminde kaldırılmış, hattâ allak bullak edilmiş, perişan edilmiş, Komünizm bittikten sonra kabristanı düzenlemeye çalışmışlar.
Fergana vâdisinde, camilerin tavanlarındaki kalem işi süslemeleri tespit etmiştim senelerce önce. Bu sebepten dolayı Fergana vadisini iyi biliyordum. O zamanlardan itibaren bu vâdiye ilgim fazlaydı. Fakat bir meseleyi çözemiyordum. Fergana vadisinde bir zincir teşkil edebilecek şekilde birbirini tamamlayan ve birbirini takip eden camiler var.
Hakikaten Türklerin İslâmiyet’le oralara gitmesinden sonra bu camilerin etrafında küçük külliyeler, medreseler, teşkil edilmeye başlandı ve ondan sonra arındırma hâdisesi, tasavvufla birlikte oralarda teşekkül etmeye başladı. İslâmiyet’in ciddi olarak oralarda kök salmasının başındaki sebep bu olmalıdır. Bunu tespit ettik ve gezimize devam ettik.
Bunu bir turistik gezi esnasında veya bir monografi çalışması esnasında tespit etmek, yazmak mümkün değildi. Bu ancak bir kültür arkeolojisi yaparken tespit edilebilecek, karşılaşılabilecek birtakım hadiselerdi. Bunları yapmak kısmet oldu, bunun için Allah (cc)’a şükrederiz.
Şimdi yurtiçi şehrengizlerinizin yazım sürecinden ve tecrübelerinizden de bahseder misiniz?
Yurtiçindeki şehrengiz yazımlarımdan kısa başlıklar arz edeyim, Mesela Sakarya (Adapazarı), birtakım farklı etnik grupların bir araya geldiği, farklı dillerin konuşulduğu, farklı değer yargılarının hüküm sürdüğü bir coğrafyadır. Hatta oradaki arkadaşlardan öğrendik; Sakarya (Adapazarı)’da on yedi farklı lehçe konuşuluyor. Biz buna şahit olduk.
Adapazarı farklı değer yargılarının, farklı kültür unsurlarının teşkil ettiği bir şehir, bir coğrafya olduğu için orada diğer şehirlerimize nazaran hoşgörü, tolerans meselesi biraz daha fazla, daha kapsamlı teşekkül etmiştir. Orada herkes birbirine güler yüzle muamele ediyor. Oraya göç edip gelmiş, hicret etmiş olan kişiler kendilerine muhacir demişler. Oradaki yerliler de kendilerine manav demişler. Ve bu iki grup arasında şirin, asla aşırıya varmayan, kırıcı olmayan güzel birtakım atışmalar oluyor. Aralarında güzel rekabetler var.
Konya Şehrengizi ilk yayınlandığımız eserdir. Oldukça pozitif ve güzel sesler getirdi. Türkiye Yazarlar Birliği “Şehir Kitapları” dalında o yıl ödül verdi. Bizi şereflendirdi, yüreklendirdi, cesaretlendirdi ki; ondan sonra diğer şehrengizleri yazmaya cüret ve cesaret bulduk.
Konya’nın inanılmayacak kadar çok inceliği ve derinliği var. Her şeyden önce samimiyeti var. Konya’nın yakın köylerinden bir tanesinde, bütün köylünün aynı anda hareket etmesini gerektiren birtakım faaliyetler yapılıyor. Meselâ; sumak toplamak, meneviş toplamak. Buna herkes istediği zaman gidip yapma imkânına sahip değil. Bir gün tespit edilir, kararlaştırılır, bütün köyde herkes aynı gün, sabah namazından önce, aynı saatte işe koyulur ki; bir eşitsizlik, bir haksızlık söz konusu olmasın.
Karaman’da çocukluğum geçti. Sıfır yaşımdan on dört yaşıma gelinceye kadar hep Karaman’da yaşadım. Bu dönem, takdir edersiniz ki, insan hayatındaki en önemli, en renkli fotoğrafların çekildiği dönemdir. O zaman yaşanan hadiseler insanın aklından hiç çıkmaz. Oradaki zamanım ile alâkalı bir çalışma yaptık. Karaman Şehrengizi’ni yazdık. Orada yine tarihlerin pek yazmadığı hadiselere şahit olduk. Eşimin dedesi, Karaman’ın önemli hocalarından biri olan Hacı Osman Dizdar’dır. Pîr-i fâni olduğu yaşlılık zamanında, benim de şahit olduğum bir hadise zuhur etti. Bir gün ikindi üzeri kapısı çalındı.
Kapıya çıkıldı ve kapıda iriyarı, üzerinde Amerikalı çavuş elbisesi olan bir zenci melezi. Son derece kırık ve zor anlaşılan Türkçesiyle Dizdar ailesinin burada olup olmadığını sordu. Herkes çok şaşırdı. Evet, buradadır dendi. Zar zor anlaşılan Türkçesiyle; “O zaman izin verirseniz içeriye girip sizinle konuşmak istiyorum.” Dedi. Türkçesi zor anlaşıldığı için İngilizce bilen biri çağırıldı. Bu ABD’li askerle diyalog kuruldu ve şöyle dedi: “Ben İncirlik hava üssündeki Amerikalı uzmanlardan birisiyim ve benim soyadım Dizdar’dan bozulma bir soyadı. Benim babam, bizim Karamanlı olduğumuzu söyledi. Dolayısıyla sizler benim ailemin kökeninden gelen insanlarsınız. Sizlerle tanışmak istedim ve bu sebeple buraya geldim.”
Hepimiz büyük şaşkınlık içinde kaldık. Daha sonra mesele, Hacı Osman Dizdar’ın geçmişte yaşananları anlatmasıyla açıklığa kavuştu. Hacı Osman Dizdar’ın anlattığına göre hakikaten onun dedelerinden bir tanesi Mersin’e çalışmaya gitmiş. Mersin’de limanda doklarda çalışırken Amerikan gemisinde iş bulmuş ve o gemi ile birlikte Amerika’ya intikal etmiş. İlk önce Brezilya’ya, oradan Amerika’ya geçmişler. Amerika’da gemiden inmiş, Amerika’nın yerlilerinden bir kadınla evlenmiş ve aile orada çoğalmaya başlamış. Onlara benzeyen ve farklı ülkelerden gelen Türkler bir grup teşkil etmişler, çoğalmışlar. Onlardan birisiymiş bu adam. Bu hadiseye şahit olduk. Herhangi bir kaydı kuydu olmayan inceliklerinden ve güzelliklerinden bir tanesi idi ve bu şehrengiz de dile getirilip kayda alınmış oldu.
Eskişehir’de oğlumuz mimarlık okumak durumundaydı. Onun yanına gidip gelirken de annesi onun yanında uzun süre kaldı. Biz de Ankara’da görevliydik. Hafta sonları gidip gelmek suretiyle Eskişehir’de üç buçuk yılı geçen bir zaman yaşama şansımız oldu. Gerçekten bir şanstı bu. Çünkü daha önce, talebeliğimizden itibaren başlayan ve ondan sonra başka şekillerde devam eden bir Eskişehir’den transit geçme durumumuz vardı.
Tren, transit geçiyordu. Orada mola veriyordu 15-20 dakika kadar, sonra devam ediyordu. Arabayla veya otobüsle Konya’dan İstanbul’a gittiğimiz zaman da Eskişehir’in içinden, kenarından veya kıyısından geçiyorduk ve Eskişehir’in bizde bıraktığı tesir şu idi; adı eski olmasına rağmen yenilerde kurulmuş, Cumhuriyet’ten sonra kurulmuş, yazının yüzüne kurulmuş, kurak, ağaçsız, susuz, hiçbir esprisi olmayan düz bir yeni şehir. Ama orada yaşamaya başlayınca hâdisenin hiç de öyle olmadığını tespit ettik. Oranın fevkalâde zenginlikleri olduğunu, enteresan dehlizleri olduğunu tespit ettik, keşfettik. O dehlizlerde dolaştık ve oraya hayran kaldık. Gerçekten Eskişehir, şehrengiz yazılacak olan şehirlerinden bir tanesi olarak bizim gönlümüze girdi.
Şehrengiz günümüz edebiyatında örneklerine pek rastlamadığımız bir kültürdür; sizin çalışmalarınızın yeniden bir ivme kazandırmasını bekliyor musunuz? Bu yolu takip edecek olanlara neleri tavsiye edersiniz?
İstanbul, Bursa, Edirne başta olmak üzere yani Osmanlı’nın eski payitahtları başta olmak üzere birçok şehir için bu şehrengizler yazılmış, çok okunmuş; fakat bir ara bu moda tavsamış, ondan sonra da kaybolmuştur. Biz, ondan seneler, hatta asırlar sonra bu şehrengiz meselesini gün ışığına getirmeye karar verdik. Dolayısıyla bir şehrengizin dili, üslûbu mutlaka şiir karakterinde olmak durumundadır, diye düşünüyoruz. Aksi takdirde o şehrin birtakım fizik varlıklarını anlatır ve çalışırsanız o şehrengiz olmaz, tarihi olur, monografisi olur, o şehirle alâkalı fizikî bir çalışma olur. Halbuki şehrengiz, dinlendirici vasfı olan olan bir su gibi olmalıdır. Onun içine girdiğiniz zaman dinlenmelisiniz ve meseleyi hissetmelisiniz. Biz bu espriyle hareket ettik ve şehrengizleri edebiyata kazandırdık.
Bu yolu takip edecek olan kişi, ilk önce şehirle alakalı ciddi bir bilgiye, bir altyapıya sahip olmalı; onun güzelliklerini ve esrarını mutlaka keşfetmeye çalışmalı, ondan sonra böyle bir güzellemeye teşebbüs etmelidir. Biz umumiyetle böyle yapıyoruz.
Sonsöz olarak eklemek istedikleriniz var mı? Sözü fazla uzatmadan, sabrınızı zorlamadan tadında bırakalım. Eski Türklerin tabiriyle; “Lütfen, kulak astığınız için” çok teşekkür ediyorum ve Allah (cc)’ın birliğine emanet ediyorum.