Tarım ekonomilerin lokomotifi mi?

İnsanoğlu binlerce yılını bilgisayarsız, telefonsuz, çamaşır makinesiz, otomobilsiz geçirmesine karşılık, hiçbir dönemini gıdasız geçirmemiştir.

Bütün canlılar gibi insanların da yaşayabilmeleri için birinci koşul beslenebilmeleridir. Bu açıdan bakıldığında gıda ve bu gıdaların elde edilme sürecini kapsayan bitkisel ve hayvansal tarım, insanlık için yaşamsal bir faaliyet olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsanoğlunun geçirmiş olduğu avcılık ve toplayıcılık döneminden sonra başlayan tarımsal faaliyetten ilk zamanlarda beklenen beslenme, barınma ve giyim gibi gereksinimleri karşılaması olmuş, ancak aradan geçen zaman içerisinde tarım bu ihtiyaçları karşılamak dışında da bir takım görevler üstlenmiştir.

Bu görevler arasında; ulusal gelire ve dış ticarete katkı sağlaması, sanayiye hammadde üretmesi, işgücüne katkı sağlaması, kalkınmanın finansmanını sağlaması bulunmaktadır. Bu görevler göz önüne alındığında tarımın, bir ülke için ne kadar önemli ve stratejik olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Türkiye açısından bir değerlendirme yaparsak;

Tarımın ne yazık ki kendisinden beklenen işlevleri istenilen düzeyde yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Temel görevi ülke insanlarının gıda gereksinimini karşılamak olan tarım sektörü, 1980’li yıllardan itibaren maalesef bu işlevini yerine getirmekte yetersiz kalmış ve her geçen gün ithal edilen ürün sayısı artmıştır.

Türkiye tarımındaki olumsuz dönüşümler; 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar kararları, 5 Nisan 1994 kararları ile 1999 sonu ve 2000’de IMF’ye verilen iyi niyet mektupları nedeniyle gerçekleşmiştir. Kararlar ve iyi niyet mektupları ile tarıma; dünya bankası, IMF ve dünya ticaret örgütünün müdahaleleri artmış, ülkedeki birçok tarımsal kamu iktisadi kuruluşu (KİT) özelleştirilmiş, üstüne bir de ürüne değil, doğrudan gelir desteği gibi bir garabet getirilince korumasız kalan üretici tarlasını terk etmiş ve sonuçta ülke ithalat cennetine dönüşmüştür.

Halbuki tarımda gerçek bir yapısal dönüşümün gerçekleştirilesi gerekmektedir. Çünkü tarımdaki büyüme yüzde 1,5’un, işletme sayısı 3 milyonun, ortalama arazisi büyüklüğü 61 dekarın, parsel sayısı da 32 milyonun üzerine hala çıkarılamamıştır. Küçük işletmeler yaşatılması gerekirken, artan maliyetler nedeniyle zor durumda kalmışlardır. Koşullar her ne olursa olsun bunların ekonomi içerisinde bırakılması aslında sosyal bağları kuvvetlendirecek, ülke için toplumsal ve sosyal bir sigorta olacaktır. Bugüne kadar toprakların sınıflandırılması, toplulaştırılması, üretici örgütlenmesinin tamamlanması, kooperatif çatısı altında ortak makine parkları oluşturulması, ucuz girdi temin edilmesi, kooperatiflerde ürün işleme ünitelerinin kurulması, gıda güvenliği ve yeterliliğinin sağlanması maalesef yeterince gerçekleştirilememiştir.

İkinci Dünya Savaşı gibi bir yıkımı yaşamamış olan Türkiye toprakları, Avrupa’ya kıyasla daha az kirlidir. Bunun avantaja çevrilmesi gerekirken, tarımsal yatırımların reel olarak artmadığı hatta toplam içindeki payının azaldığı görülmektedir. Sektör sadece krizlerde akla gelmekte ve ilk iş olarak da ona müdahale edilmektedir.

Duruma tarıma dayalı gıda sektörü açısından bakılacak olursa;

Gıda güvenliği önem kazanmasına rağmen, gıda sanayinin birçok dalında konkordato ve iflaslar gözlemlenmektedir. Sanayide ürün farklılaştırma, ürün değiştirme maliyetleri yüksektir. Dağıtım kanallarına giriş zor ve yeni ürün arzı sektöre girişte engel olarak öne çıkmaktadır. Bir de tabii ki hileli ürün sayısı pazara neredeyse hakim olmuş durumdadır.

AB ile karşılaştırıldığında;

Türkiye’nin et ürünleri, nişasta, nişastalı ürünler ve hazır yemeklerde düşük, hayvansal yağlar ile süt ürünlerinde çok düşük, işlenmiş meyve-sebze ürünlerinin büyük bir kısmı ile margarinde ise yüksek rekabet gücü bulunmaktadır.

Tarım ve gıdadaki yapısal, teknolojik problemler kısa sürede halledilirse;

Gelişmekte olan ülkelerdeki yüksek ekonomik büyümeden kaynaklanan gıda talebi, biyoyakıt üretimi için tarla ürünleri talebi ve dünya stok/kullanım oranlarındaki azalma nedeniyle Türkiye tarımda bölgesinde lider ülke olacaktır.