Takır Takır Takiye

Zaman zaman siz de yapar mısınız?

Hayattan bir mola isteyip, kısa ve uzun vadede yaşadıklarınızı birer birer süzgeçten geçirip, kendinizi acımasız bir sorguya alarak, iğneyi görmezden gelip çuvaldızın üzerine gönüllü oturur musunuz?

Ben bunu sık sık yaparım.

Kendi içime kaçar, rağmenlerimi yargılarım potansiyel suçlum da öncelikle kendimimdir.

Dolayısı ile de öncelikle aklanması gereken de…

Analize de bu noktadan başlarım.

Olayların oluşumları, gelişimleri ve sonuçları bana ait hangi hatalardan etkilenmiştir bilebilmek için, onlarca soru sorar, üşenmeden eğitimini aldığım empatinin de sınırlarını zorlayarak teker teker yanıtlarım hepsini.

Bunu yaparken de kendime torpil geçip, aklımı aldatmaya çalışmam.

Sonuç aleyhimde tezahür ettiği zamanlar çok ağır bedeller ödeyerek mahküm olurum ruhumda.

Lehimde olduğu zamanlarda da vicdanımın rahatlığına salıncak kurarım.

İşte bu molalardan birinde çok önemli bir eksiliğimi(!) fark ettim.

Ben takiye yapamıyorum…

Yani ‘mış’ gibi,’miş’ gibi yaşamak becerilerimin arasında değil.

Bazen kibarlık gereği hoşlanmadığım bir şeye hoşlanıyormuş muamelesi yapmaya çalışsam da, yüzüme gözüme bulaştırıyorum.

Hayatta ki yalnızlıklarımın temelinde de bu olgu yatıyor sanırım.

’Menfaatim gereği’ diye başlayabilecek bir cümle kuramadım henüz.

Olay ya da kişi neyse o benim için.

İkisinin de olumsuzluğunu pas geçemiyorum; bazen geçermiş gibi yapıyorum, o ’miş’ gelip boğazıma düğümleniyor.

Altmış yıllık yaşam tarihimde atılmış köprülerin, yakılmış gemilerin enflasyonu da bu yüzden.

Çok sevdiğim, yapmaktan mutluluk duyduğum, terapi gibi algıladığım bir uğraştan, son derece basit bir hadiseye kadar bu beceriksizliğimin bana maddi manevi kaybettirdiklerini saymaya kalksam, sıkılıp okumazsınız.

Oysa ne kadar kolay görünüyor uzaktan ‘mış-miş-muş’ gibi yapanları izledikçe.

’Ne var canım bunda yapılamayacak, onurunu emanetçiye bıraktın mı oldubitti’ diye düşünülebilirse de, işte onuru o emanetçiye bırakma işi her babayiğidin harcı değil.

Bunun için gerçekten mahir olmak gerekiyor. Emanetçinin de emanete hıyanet olasılığı var çünkü.

Maazallah onur gitti mi gelmiyor, ikamesi de henüz bulunamadı.

Bence takiye bir davranış bozukluğu.

Kökünde aldatmayı barındırıyor. Kişi bazen zorunluluktan, bazen umarsızlıktan çoğunlukla da, kişisel menfaatlerine olan zayıflığından dolayı olay ve kişilere sanal yaklaşıyor.

Haksızlıkları, aşağılanmaları, soytarılıkları, aldatmaları görmezden gelerek yaşamanın hayat kalitesini ve özgürlüğünü elinden aldığının farkına bile varamıyor ve bu sanallık zamanla insanın celladı oluyor.

Kendisine ‘mış’ gibi yaklaşılan ve davranılan kişiler de bu zavallılığın fakında oluyorlar çoğunlukla; Karşılığını da yine ‘miş-mış’ larla veriyorlar kıs kıs gülerek.

Bu kısır döngü sürüp gidiyor. Kanan aynı zamanda kandıranın rolünü çalarak oynuyor.

Aslına bakılırsa takiye son derece güç bir iş.

Sevmeden sevmek, beğenmeden beğenmek, inanmadan kabullenmek, görmeden bakmak, duymadan dinlemek, konuşamadan ses çıkartmak sadece dayatılanı benimsiyor görünmek olağan üstü yıpratıcı.

Ömür yolculuğunu, tekleye tekleye çalışan bir motora sahip araba gibi sürdürmeye çalışmak, insan da giderilmesi mümkün olmayan hasarlara yol açıyor.

Zamanla kendisini bir nebzede onarmayı öğrense de, mutluluk denilen parçanın orijinalini temin edemediğinden, çakmasına razı oluyor dolayısı ile de tamirat hep eksik kalıyor.

Oysa hayat rağmenlerle yaşanıyor.

Neye rağmen ne yapıyoruz?

 Bu soruyu kendinize sorduğunuz andan itibaren özgürlüğünüz başlıyor ve yine hayat, sizi yepyeni olgularla ödüllendiriyor. Onurunuz da size emanet edildiği gibi ter temiz kalıyor.

Çatır çatır yaşamak varken, takır takır takiye en hafif tabirle insan olarak yaratılmışlığımıza karşı ayıp oluyor.

Unutmamak gerekir ki hayat asla takiye yapmıyor.

Toprağın üzerindeyken ne isek altında da oyuz….