Dün sosyal medya hesabımda dolanırken şimdilerde elli ve üstü yaşları sürenlerin çok çok iyi anımsayacakları görsellerle dolu bir introya rastladım; fon müziği de iç yakan cinstendi.
İçeriğinde horoz şekerinden, sefer tasına, üç tekerlekli bisikletten çatı antenine, stres bileziğinden, leğene, tetristen plastik askerlere ve Zagor’dan Teksas Tommikse bir sürü görsel vardı.
Ben de ‘‘bir zamanlar Karun kadar fakirdik’’ diye paylaştım arkadaşlarımla.
Ne güzelmiş o fakirlik; ne kadar zarif, ne kadar naif ve ne kadar zengin.
İddiasız, hepimizin ulaşabileceği kadar yakın, yine hepimizin kullanacağı kadar heyecan verici.
Birimiz de olanının diğerimizde de olduğu yıllardı o yıllar.
Sahip olduklarımız yeterdi.
Zaten hepsine en yeni gözüyle baktığımız için farklı arayışlar içerisinde de olmazdık.
O video da ne varsa istisnasız tamamı üzerine sinmiş hayat hikayeleri taşırlardı.
Doktor Hilmi Beyin çocukları da onlarla oynardı, işçi emeklisi Kemal amcanın torunu da.
Sınıf farkı filan yoktu elma şekeriyle laklak arasında.
Ne varsa geçer akçe olan hepimize aitti.
Bayramlarda, doğum günlerinde hediye edilecek kadar özel, Mahmut Bakkalın salaş dükkanında satılabilecek kadar sıradanlardı.
Her birinin üzerinde görünmez bir not bulunurdu;
‘‘Dikkat aşırı derece mutluluğa neden olur’’ yazardı. Sadece çocuklar görürlerdi.
Onlardan biri kime alındıysa bu yan etki derhal tezahür eder, mutluluk sokakların kirine pasına bulaşmış yüzlere kocaman kocaman gülücüklerle yansırdı.
Galiba o zamanların pandemisi de bu mutluluktu.
Abidin’in resmini yapabileceği kadar somut mutluluk.
Kendileri küçücük etkileri kocaman onlarca ıvır zıvır özellikle çocuklara mutluluk bulaştırırdı.
Aslında hemen hiç birini öyle çok işlevli filan değillerdi; hatta siyah beyaz televizyon ile dokuz ayak İtalyan malı buzdolabını saymazsak ki zaten onlar hiç birimizin ilgi alanında değillerdi, elektrikle çalışanları bile yok denecek kadar azdı. Zaten elektrikte zırt pırt kesilirdi o da ayrı.
Okullarda öğretmenler hiç birimizin velisini çağırıpta ‘‘oğlunuzda/ kızınızda tatminsizlik-yalnızlık duygusu var; onunla daha çok ilgilenin’’ gibisinden ayar vermezlerdi.
Vermezlerdi çünkü bizim kuşak buluttan nem kapan, bunalım takılan bir kuşak değildi.
Aksine hepimiz son derece sosyal ve birbirimize bağlıydık ve sahip çıkardık.
Aşşa maalle ile kavgalarımız da bunun bir yansımasıydı. Birimize yapılanı hepimize yapılmış sayardık.
Biz tüm mahallenin çocuklarıydık; asla yalnız olmayan.
En önemlisi de sadece çocuklardık, bir çocuk nasıl büyümeliyse öyle büyüyen çocuklar.
Rahmetli teyzem özelinde tüm anneler de annelerimiz.
Eğitime tabi tutulmadan eğitilirdik komşu annelerin verdikleri salçalı ekmekleri ağzımıza burnumuza bulaştıra bulaştıra yerken.
Yardımlaşmayı, bütün olmayı, birimiz açken diğerimizin tok yatmasının günah olduğunu ez cümle insan olabilmeyi ve kalabilmeyi büyüklerimizin aralarında yaptıkları sohbetlere kulak misafiri olarak öğrendik.
Belki de yaşamla son derece haşır neşir olurken büyüdüğünü anlamayan son kuşaktık.
Anneler, babalar, dedeler, anneanneler, babaanneler…
Farkında değildik ama hayatımızı dolduranlarımız da varlardı o zamanlar.
Şimdi ki boşluklarında anlıyoruz varlıklarının nelere kadir olduklarını.
İzlediğim geçmişte kalanlarla ilgili bir intro değildi;
Konu edilen ne varsa her birinin üzerlerinde ben de vardım. Yaşamımın en müstesna kesitiydi aslında.
Bir görsel diğeri ile yer değiştirirken mutlu olmanın nasıl bir şey olduğunu kafama hiç takmadığım ama altmışıncı yılına rampa eden ömrümde en mutlu olduğum hayat sokaklarıma döndüm.
Hala da oradayım;
Daracık sokaklarda ortadan kırmalı Pinokyo bisikletimin pedallarını çeviriyor, eniştemin aldığı laklakla bileklerimi morartıyor, Gökdere’nin kıyısında Zagor Tenay oluyor, Ordu evinin karşısında ki bakkal Burhan’dan gazoz alıyor, Üftade fırınının önünde pide kuyruğuna giriyor, annemle birlikte Kız Lisesi yokuşundan çıkıyor, Milli Eğitim Müdürlüğünde babamın odasında ki masasına sabitlenmiş iki kulaklı kalemtraşla bulduğum tüm kurşun kalemleri diplerine kadar açıyor, bir yandan da evdekilerden gizli gizli sokak lahmacuncusu Ferit’in sırtında taşıdığı elips tezgahından aldığım lahmacunları Turşucu Salih’in karışık turşu suyu eşliğinde götürüyorum. Hem de soğanlı sumaklı…
Daha da arkadaşlarla çizgi roman değişiminden, Kırk Merdivenlerden dakika tutup tırmanmaya, Heykel de kazı kazan, Merkez Postane önünde kartpostal satmaya, Kültür Parkta ki sandallara binmek için bizimkilere yalvarmaya kadar hatırladıkça sayabileceğim, o zamanlarda içimi acıtan ayı oynatıcıları izlemek hariç yapacak pek çok işim var.
Kısacası, şimdiye dönmek için hiç acelem yok;
Zaten dönsem de ruhum yine orada kalacak.
Burada ki bedenim de oraları özleye özleye ihtiyarlamaya devam edecek.
Ya, işte böyle dostlar;
Haksız mıyım ‘‘Bir zamanlar Karun kadar fakirdik’’ demekte?